Şaşırmıyorum

Bu büyümek ya da yaşlanmak dedikleri şey, daha az şaşırma durumu olsa gerek. Şaşırmazsınız artık yediğiniz kazıklara, anlamsız hareketlere ve dahi insanlara. Tam dersiniz, tam buradan vuracak yine karşımdaki beni. Yalan söylediğini bildiğiniz yüzlere sakinlikle bakarken bulursunuz kendinizi. Bilmek, önüne geçmez tabi olacakların, siz o yarayı eninde sonunda tam beklediğiniz yerden alırsınız. Bilmek, titanik batarken keman çalan adamla aynı kayıtsızlığı katar size. Sonunu bilirsiniz, ama ne feryat etmeye yorarsanız kendinizi, ne kurtulmaya çabalarsınız. Sonu, kendi bildiğiniz şekilde karşılarsınız sadece. Zaten kurtulmak nereye? Bir başka kazada batmak için midir sağ çıkmak bir enkazın altından?

Şaşırmıyorum artık hiçbir gidenin ardından gözümün taklı kaldığı boşluklara. Ya da ‘canım’ diyenlerin tam can evimin ortasında açtıkları o deliklere. Kaçmıyorum artık yaydan çıkmış hiçbir oktan ve sağanak yağmurdan. Hani diyor ya Sezen ‘Gelsin hayat bildiği gibi gelsin işimiz bu yaşamak’… O, gelirken bildiği gibi; ben de köşemde kendi bildiklerimi tekrarlıyorum ezberimden. Ezberlediğim yalanları, yaraları ve olasılıkları tekrar ediyorum içimden.

İki kere ikinin dört etmesi gibi, bazıları hep aynı acıya sebep…

Hesap Defteri

Eskisi gibi özlemiyorum artık seni. Öyle deli, öyle çıldırıcasına. Her saniyenin ruhumun içinden geçip gidişini duyumsar gibi, özlemiyorum. Aklımın, ipi kopmuş bir balon misali seninle dolu hatıralara kopup gitmesine de çok müsaade etmiyorum artık. ‘Gözden ırak, gönülden de ırak’ diyen atalarımızın sözüne kulak asarak kaldırdım sana dair ne varsa. Gerçi çok şey de bırakmamışsın bana. Bir yandan yüzümde buruk bir gülümsemeyle, şimdi senin muhtemelen kaldırıp bir köşeye umarsızca fırlattıkların ile kıyaslayınca elimde hiçbir şey olmadığını fark ediyorum. Yüzün, sesin siliniyor zamanın aniden kırılıvermesi gibi. Sonra, sonrasında seviniyorum; iyi ki geride sana tutunabileceğim hiçbir şey bırakmadığın için.

Keşke’lerin iyi ki’lere dönüşürvemesi zamanla, hem yara hem yara bandı gibi. Kendi açtığı yarayı kendi temizleyen bir silah. Hayatın bizimle eğlenirken, düşündürtmesi işte. Çelme takıp, sonra yerden kaldırmak için el uzatan yaramaz bir çocuk gibi bu hayat dedikleri. Biz çelmelere doyamıyoruz; o da, eğilip kendi düşürdüklerini yerden kaldırmaya. Ne biz vazgeçiyoruz emin adımlarla yürümekten her defasında; ne o, en umulmadık köşelerde ‘işte buradayım’ diye aniden önümüze çıkmaktan. Ama geçtiğim yollar her ne kadar aynı manzaradan izler taşıyıp, ‘yine mi aynı yol yine mi aynı tuzak?’ diye düşündürtse de, birbirinden farklı biliyorum.

Artık gelmeyeceğini bildiğim gibi biliyorum bunu da. Bazen, göğsümde yeşeren  bir umut oluyor; her şeyin, yağmurdan sonra aniden çıkıveren gökkuşağı misali birden bire düzeleceğine dair.  Fark eder etmez, hemen koparıp attığım ayrık otu misali, cılız bir umut… Üzülmüyor da değilim hani, senin yüzünden içimden attıklarıma. Gemi batmasın diye, denize fırlatılan eşyalar gibi suyun yüzünde batıp çıkmasını izliyorum, umutlarımın, hayallerimin, anılarımın, sana dair şarkıların…

Yıl sonu kapatılan hesap defterleri gibi şimdi  yüreğim. Biraz zarar etmişiz bu sevdadan, ama eminim seneye daha sağlam halatlarla bağladığım umutları yeşertirsem çıkarım düzlüğe. Dükkanı kapatıp gidecek halimiz yok ya ilk yenilgide!

Şimdi Ben

Söylenmemiş cümleler biriktirdim sana, dökülmemiş gözyaşları… Koparılmış birkaç yara kabuğu, geriye kalan onca şeyden sonra. Sorulmamış sorular… Soramadıklarım… Hiç konuşmadıklarımız, bolca sustuklarımız…

Bir ağacın dalında asılı kalmış son yaprak gibiyim şimdi. Her rüzgar darbesiyle düştüm düşeceğim diyen, ama bir türlü kopup düşemeyen. Tek başına bütün güzü göğüsleyen, biraz solgun ve çokça yorgun…Hangi baharın ardındaki güzsün sen?

Çokça lâlim şimdi ben. Kafasındaki binlerce cümleyi haykıramayan, anlatmak için canhıraş çırpınan, ama hiç duyulmayan… Hiç duyulmayacak olanım ben.

Bir şairin son anda beğenmeyip şiirinden çıkardığı, o artık mısrayım ben. Ne şiire dahil, ne tek başına anlamlı… Bir kenara boynu bükük ayrılmış, başka bir şiiri belki tamamlar diye bırakılmış. Söylesene hangi şiirdeydin sen?

Şimdi bir filmde yere düşmüş bir figüranım ben. Kimsenin geriye dönüp de ayağa kaldırmayacağı, hiçbir seyircinin düştüğü için üzülmeyeceği. Gözden kaçanım ben, gözden düşen… Fark edilmeyen. Peki, hangi filmin başkahramanısın şimdi sen?

Bulanık Resim

En sevdiğin renkle boyamak gibi bir resmi; şekiller belirginliğini kaybeder ya hani… Hayatta da böyleydi. Ne kadar fazla kullanırsan o rengi, o kadar kaybediyordun yürüdüğün yolların çizgisini. İç içe geçiyordu binlerce şey, hiçbir şey olması gerektiği yerde kalmayıveriyor, alacalı bir resmin derinliklerinde kayboluveriyordun. Ne kadar fazla değer, o kadar bulanık bir resim.

Bitter bir çikolata yedikten hemen sonra gelen su içme isteği gibi işte. Mutlu edeceği yerde ağızda kalan o acı tat. Fazla gönle aldıklarımızın ardından içtiğimiz bir bardak suyla aynı işte.

Velhasıl kelam; her şeyin fazlası zarar, her şeyin fazlası ziyan…

 

Yanlış Tanı

‘Seni’ demiştim, ‘Seni tanıyorum. Belki senin bile tanıdığından çok.’ Gülümseyip; ‘Ben bile kendimi tanımıyorken mi?’ diye sormuştun.

Haklıymışsın, senin bile bilmediğin seni tanıyorum sanmışım. Öyle inandırmışım kendimi. Unutmuşum; insanların sadece göstermek istedikleri kadarını gösterdiğini karşısındakine. Tanıdığımı sandığım sen, bir illüzyondan farksızmış. Gönül yanılsaması benimkisi de işte.

Affet; büyük konuşmuşum. Çok emin olmuşum bana yansıyan ışıktan. Işığın boğduğu karanlıkları, arkasında sakladıklarını görememişim.

Meğer bana verdiğin adres yanlışmış da ben sokak sokak, kapı kapı dolaştıktan sonra alacakaranlık çökünce anlamışım hatayı. Şimdi evin yolunu kaybetmiş bir çocuk çaresizliği ile oturup bir köşe başında geri dönebilmeyi bekliyorum.

 

bir gün anladım

Zordur ya hani ‘vazgeçmek’ arkanı dönüp gidebilmek, ağırdı bitirebilmek. Bir gün  anladım. Anladım; zor olanın ‘o’ndan gitmek değil, içinde ondan habersiz, ondan ayrı büyüttüklerini öldürmek olduğunu. Ağır geldiğini, eline alıp bir balta, yüreğin ormanına dalıp, binbir emekle büyüttüğüne savurmanın darbeleri hırsla, anladım… Zaten gün be gün çiçek döküyorken dalları bir gün göğe ulaşır diye beklediğinin, kendi ellerinle söküp atmak… Ona rağmen büyüttüğünü, onun yüzünden kırmak, zor geliyormuş, anladım…

En sonunda bir gün, tüm bunları kendi büyüttüğümün katili olduğumda anladım…

Terkedilmiş Fotoğrafın Hikayesi

Şehrin en işlek caddesindeki en kalabalık kafelerden birisine oturmuş, gözlerini kavuran yaşları zaptetmeye çalışıyordu. Bir yandan da yüzünde alaycı bir gülümsemeyle, kafasından ‘suyun da yakıcı gücü varmış demek ki’ diye geçirdi. Bu alaycı yanı da olmazsa boğulup gidiceğine, içindeki hüznün kendisini alaşağı edeceğine inanıyordu. Tutunabileceği kadar büyük bir kuvvetle bu yanına asılıyordu her defasında.

Gözlerinden süzülmek için can atan gözyaşlarına inat, bir kez daha baktı elindeki fotoğrafa. Bu dünyada birlikte çekilmiş ilk ve büyük ihtimalle sonuncu olacak fotoğrafa baktı uzun uzun. Işık hüzmelerinin bir oyunu sonucu ayrı ayrı iki fotograf karesi kesilip yapıştırılmış izlenimi bırakıyordu elindeki fotoğraf. Eğer kendi eliyle çekmemiş olsaydı bu fotoğrafı, kendisi bile inanabilirdi buna. ‘İşte!’ dedi kendi kendine büyük bir yılgınlıkla, ‘bir fotoğraf bile çok görüldü bana.’

O an elinden gelebilseydi, her hareket ettiğinde içinden gelen o kırılan hayal ve umut kırıklarının şangırtılarını bastırabilseydi, canına batan kesikleri koparıp atabilseydi… Yapamadı… Sanki asırlardır beklediği o an, kelebeğin ömrü kadar kısacık sürmüştü. Ve nasıl ki; geçen süre kelebeğe bir ömre mal olurken, dünyanın umrunda olmamıştı, ikisi içinde böyle geçmişti. O, bir kelebek gibi pamuklara sarıp sarmalamak istemişken o anı; diğeri için günlerden bir gün misali geçip gitmişti.

Hiçbir bekleyişinin, beklemeye değmediğini hatırladı yine. Bir çocuğun avucuna bir kar tanesi alıp koşarak annesine göstermeye gitmesi gibi bir heyecanla beklemişken kavuşmalarını; avucunu açtığında kar tanesinin erimiş olduğunu gören çocuğun hüzünlü bakışları çöreklenmişti yüreğine. Sevinci bir kar tanesinin eriyeceği zaman dilimi kadar sürmüştü. Geriye bir iz bırakmaksızın sızmıştı parmak uçlarından.

Bir ‘hoşçakal’ bile dememişti giderken.’Ya vedalardan haz etmiyordu, ya da hoşça kalıp kalmadığımı zerre umursamıyor’ diye geçirdi içinden, ikinci ihtimalin daha ağır bastığını bilerek, sezerek yüreğinde. Merak ediyordu; gerçekten, dediği gibi eğlenmiş miydi o gün birlikte geçirdikleri o bir kahve içimlik vakitten. Sorunun cevabı önemli miydi diye sordu kendi kendine. İç geçirdi derin derin; ne fark ederdi ki, bir süre sonra buz gibi gerçekliğiyle yüzüne çarpmayacak mıydı, kendisini zerre sevmediği.

Toparlandı yavaş yavaş, masadan kalktı. Son bir kez arkasına baktı. Son bir kez, masada bıraktığı fotoğrafa göz attı. Bir gün, masadaki terkedilmiş fotoğraf gibi çıkarıp atacaktı bu duyguları da. Hüznünü bir ağacın kuytusunda bırakacaktı, bir gün… Biliyordu… Kafasını çevirip yürüdü.

Sustuk

Birbirimize çarptığımızda çıkarabileceğimiz onlarca melodi varken, biz haykırmayı seçmiştik birbirimize. Binlerce kelime varken yan yana gelip içimizdeki çiçekli bahçeleri tarif edebilecek, biz susmayı tercih ettik. Çünkü her açışımız o ağzımızı, derimizi delip kalbimize saplanıveren zehirli oklardan farksız sözlere gebe oluyordu.

Sustuk, yan yana iki korkak birbirimizi kendi acılarımızda boğmaktan korkarak, ve daha da saplanarak birbirimizin ciğerine sustuk. Konuşsaydık geçecek olan her sancıyı, beynimizde birer ura dönüştürene kadar sustuk. Kendi kendimize provasını yaptığımız binlerce konuşmayı, gözlerimizin içine bakarak sessizce tekrar ettik duaymışçasına.

İlk tehlike anında birbirini bulan ellerimiz, bunu ilk fark ettiğimiz anda da acemi bir telaşla ayrıldı birbirinden. Ellerimiz çırpınırken anlatmak için, kestik onları da bileklerden itibaren. Kırdık, gözümüzden bile sakındığımız her bir hücreyi.

Ayrı ayrı denklemlerde anlamlıydık belki de. Aynı problemin içinde çıkmıyordu değerimiz denediğimiz tüm formüllerde. Yorgun düştük yeni formüller denemekten ve her seferinde aradığımızı bulamamaktan.  Ya ne aradığımızı bilmiyorduk diğer binlerce arayan gibi, ya da bulmayı sandıklarımız elde edilmeyecekti bu denklemle.

Denedik, susarak. Denedik, denemekten yorularak.

 

En Doğru Yanlış

Bazı doğruların bu kadar yanlış geliyor olması ve yanlışların bu kadar doğru gelmesi nasıl mümkün olabilyordu ki? Doğru bildiğim en baştan koskocaman bir yanlıştı da ben mi göremiyordum? Yanlış bildiğimse hakikatin ta kendisi miydi yoksa?

Hani doğruydu bu yol? Daha adımımı attığımda burnuma gelen çiçek kokuları kayboldu. Her şey normal gözüküyor belki ama, sanki ağaçlar kendi aralarında fısıldaşıp beni gösteriyorlar birbirlerine. Buraya ait olmadığımı ve kaybolmuş olabileceğimi konuşuyorlar  duyabiliyorum. Kızıyorum onlara içten içe! Ben diyorum, ben bu yolda olmak istiyorum, en başından yaptım ben seçimimi.

Daha bunu derken bile içimi kaplayan simsiyah bir tedirginlik oysa ki. Ama dik tutuyorum başımı. Geriye dönmek sırası değil şimdi. Dönersem bile, bu yolun sonunu hep merak edeceğim. Bundan sonraki doğrularımda yürüyemediğim bu yolun gölgesi olacak sanki.

Ama içimi kaplayan bu tarifsiz his, tedirginlik, ölesiye korkutuyor beni. Adımlarım yavaşlıyor. Oysa, koşmak istiyordum ben. Hele de gökyüzü bu kadar parlak ve güneş böylesine tepedeyken… Bir el, sanki geriye çekiyor beni. Bir el, uyarıyor görünmeden beni.

Çiçekler, daha ben önlerinden geçerken mahsun mahsun boyun büküyor, mevsimleri geçer gibi. Nereye baksam, bir gariplik tam anlamıyla kavrayıp tarifini veremediğim. Sonra yaz gününde içimi kavuran bu ayaz nereden çıktı kestiremiyorum.  O zaman haykırmak istiyorum: ‘Kapatın şu pencereleri, yüreğim üşüyor.’

Acılara Tutunmak

Acılarımızı sevmeyi öğrensek, bu dünyayı da seveceğiz sanki. Acıların, yaraların kattıklarını görebilsek toparlanacağız sanki düştüğümüz kör kuyulardan. Aldığımız her darbede, bir parça daha kendimizi keşfettiğimizi anlasak mesela.

Acılara öyle bir asılıyoruz ki bazen, sanki bizi hayatta tutan tek uyaran oymuşçasına. Onu kenara bıraktığımız anda, düşeceğiz sanıyoruz.  Çünkü mutluluğun tanımını yanlış yapıyoruz kafamızda. Ya da yanlış bir tarife inandırıldık ta en başta.

Huzuru da bilmiyoruz mesela. Algılayamıyoruz varlığını, akşam vakti okuduğumuz o kitabın sayfasında, ya da usul usul yürürken bir parkta ayaklarımızın altında olduğunu göremiyoruz. Bunları göremedikçe, kıymetini bilemedikçe yaşadığımızı anlamıyoruz da çok daha büyük bir uyarıcıya ihtiyaç duyuyoruz.

Çünkü öyle öğretildi bize. Her şeyin en görkemlisini yaşamalıymışız gibi bir inanç yerleştirildi o bir türlü tam anlamıyla geliştiremediğimiz beyinlerimize. Haliyle, acıya tutunduk, duyguların en keskinine… Daha da biledik onu, her an her gün tekrar ederek beynimizde aynı sözleri, aynı anları. Ne olursa olsun taze bir güne uyanmanın keyfini de bilemedik, sağlıklı olmanın ne büyük mutluluk olduğunu da göremedik. İlle de acılar, dedik.

Yaşamamız gerekiyordu ve biz acıyı ana sütü saydık bizi besleyen. Sonra bir de en çok ben acıyorum hastalığına yakalandık. Karşımızdaki daha ağzını açtığı anda, hazırdı cümlelerimiz kendi acımızı tarife. Çektiğimizi herkesin acısından daha üstün, daha ari, daha dayanılmaz olduğu inancını kapıldık.

Artık açsak gözlerimizi, görsek en büyük kayıpların bizim kayıplarımız olmadığını. En büyük yaraların bizim göğsümüzde açılmadığını fark etsek. En büyük yenilgilerin, bizimkiler, en koyu karanlıkların içimizdekiler olmadığını anlasak… Sadece anlasak…